31 Ocak 2013 Perşembe

UMUT IŞIĞI (KİTAP TANITIMI)





Pat Peoples ile tanışın.


Pat’in iyimserliğe dair bir teorisi var: 

Hayatının, yapımcılığını Tanrı’nın üstlendiği bir film olduğuna inanıyor. Ve mutlu sona ulaşması için Tanrı ona fiziksel olarak formda olmasını, duygusal açıdansa kitap okumasını emrediyor; bunun karşılığında ayrıldığı karısı Nikki’nin ona geri dönmesini sağlayacak. (Pat’in uzun yıllar bir akıl hastanesinde yattığını söylersek umarız şaşırmazsınız.)

Umut Işığım, bir adamın hafızasını yeniden kazanmaya çalışırken karısının ihanetiyle yüzleşmek zorunda kalmasına dair gürültücü ve keskin hikâyesini anlatıyor. Matthew Quick bizi Pat’in zihninde dolaştırıyor, hünerli kalemiyle bize onun sevimli olduğu kadar çarpık bakış açısıyla bambaşka bir dünya gösteriyor. Bu dokunaklı ve eğlenceli roman, depresyon ve aşka çok farklı bir gözle bakmanızı sağlayacak.


***

ÖVGÜLER






“Umut Işığım’ın anlatıcısı ve başkahramanı Pat Peoples’ın ilginç ve hayranlık uyandıran bir karakter olduğunu düşünüyorum. Okurken onu önemsemekle kalmadım, aynı zamanda hiç utanmadan onun adına mazeretler uydurdum ki bu bir yazar açısından zoru başarmak anlamına gelir. Pat Peoples’ın yazarı Matthew Quick. Bu ilk roman, profesyonellerin de dillerinden düşürmedikleri üzere fazlasıyla umut’ vaat ediyor… Biraya batmış içki âlemlerinden, yenilgi sonrasında Iggles taraftarlarının kendilerini içinde buldukları zifiri umutsuzluk çukurlarına kadar, Quick tam on ikiden vuruyor.”


- BILL LYON, The Philadelphia Inquirer





“Dokunaklı ve eğlenceli bir ilk roman… Sıradışı hikâyesiyle okuyanı coşturacak her şeye sahip.”




- Publishers Weekly






“Matthew Quick, Umut Işığım‘la resmen bir gönül yarası açıyor.”



- Kirkus Reviews






“Cesur bir ilk roman… Quick kitabın sayfalarını öylesine absürt bir zekâ ve gerçekçi duygularla dolduruyor ki alışılmadık kahramanı için heyecanlanmamak mümkün değil.”



- Allison Lynn, People






”Matthew Quick doğal bir hikâyeci. Umut Işığım‘da dürüst, zeki ve tutkulu bir anlatımla, okuyucusunu iyimserlik fırtınasının kucağına atıyor. Evde yaşamanın zorluklarını hiç çekinmeden sayfalara dökerken, meydan okumanın da ötesine geçerek bizleri havada asılı duran bir umut bulutuyla baş başa bırakıyor. Umut vaat eden bir ilk roman ya da okuyanı sarıveren bir aşk hikâyesi olmaktan öte, bu roman kendimizi iyileştirebilmemiz için bir hediye niteliğinde.”



- ROLAND MERULLO,


In Revere, in Those Days romanının yazarı






“Eğlenceli ve yürekten hissediliyor, üstelik özgün bir roman. Umut Işığım zor kazanılan umudu anlatırken sağlam ve kışkırtıcı hikâyesiyle aşkı, deliliği, Philadelphia Eagles maçlarını, inancı ve aile meselelerini sihirli bir şekilde birbirine bağlıyor. Bu harika roman gerçek bir yetenek tarafından yazıldı.”



- MARTIN CLARK, The Many Aspects of Mobile Home Living ve The Legal Limit kitaplarının yazarı






“Yürek ısıtıyor, esprileriyle insanın ruhunu doyuruyor.”


- Nancy Perl, NPR, “Summer’s Best Books”



Nikki ile Kaçınılmaz Kavuşmamıza Sonsuz Sayıda Gün Kala*


Annemin yine sürpriz yaparak ziyarete geldiğini anlamak için başımı kaldırmama gerek yok. Ayak tırnakları yaz aylarında hep pembe ojelidir, ayrıca deri sandaletlerinin üzerindeki çiçek desenlerini tanıyorum; bu sandaletleri son seferinde, beni o kötü yerden çıkarıp gittiğimiz alışveriş merkezinden satın almıştı.





Anneme bir kez daha yanımda refakatçim olmadan, üzerimde bornozumla spor yaparken bahçede yakalanıyorum ve gülümsüyorum, çünkü biraz sonra Dr. Timbers’a bağıracağını, madem bütün gün yalnız bırakılacaksam neden kilit altında tutulmam gerektiğini soracağını biliyorum.


Onunla konuşmadan ikinci yüzlük sete başladığımda, “Daha kaç şınav çekeceksin, Pat?” diyor annem.


“Nikki -üst-tarafı-gelişmiş-adamlardan-hoşlanıyor,” diyorum, her bir şmav arasında tükürürcesine. Tuzlu ter damlalarının tadını alabiliyorum.


Ağustos sıcağı, yağ yakmak için birebirdir.


Annem birkaç dakika kadar beni seyrettikten sonra beni şaşırtıyor. “Bugün benimle eve gelmek ister misin?” derken sesi bir nevi titriyor.


Şınav çekmeyi bırakıp yüzümü anneme çevirerek bembeyaz öğle güneşine karşı gözlerimi kısıyorum. Anında onun ciddi olduğunu anlıyorum, çünkü bir hata yapmış gibi endişeli görünüyor. Annem ne zaman ciddi bir şey söylese aynen böyle görünür, üstelik canı sıkkın ya da korkmuş olmasa, saatlerdir bir aradaymışız gibi öylesine sıradan bir tonda konuşmaz.


“Yine Nikki’yi aramak için ortadan kaybolmayacağına söz verirsen,” diye ekliyor, “Sana bir iş bulup bir apartman dairesine seni yerleştirene kadar eve gelip ben ve babanla yaşayabilirsin.”


Şınav çekmeye devam ederken, gözümü burnumun dibindeki çimi koklayan parlak siyah karıncadan ayırmıyorum, ama yüzümden yere düşen ter damlalarını gözucuyla görebiliyorum.


“Pat, hadi benimle birlikte eve geleceğini söyle. Sana yemek pişiririm, eski arkadaşlarını ziyaret edersin, sonunda yeni bir hayata başlarsın. Lütfen. Bunu istemeni istiyorum. Hatırım için, Pat. Lütfen”


Hızlandığımda göğüs kaslarım geriliyor, büyüyor; acı, sıcak, ter, değişim.


Kimsenin iyimserliğe, aşka, mutlu sonlara inanmadığı ve herkesin yeni vücudumu beğenmek bir yana dursun, dışarı çıktığımda Nikki’nin beni görmek bile istemeyeceğini söylediği bu kötü yerde kalmak istemiyorum. Ama aynı zamanda eski hayatımdan tanıdığım insanların beni karşılarında gördüklerinde, görünmeye çalıştığım kadar heyecanlanmayacakları ihtimalinden korkuyorum.


Ve eğer günün birinde kafamı toparlayabileceksem, can sıkıcı doktorlarla kâğıt bardaklarda sayısız hap taşımaktan başka işe yaramayan çirkin hemşirelerden uzaklaşmaya ihtiyacım var. Üstelik annemi kandırmak, işlerinde uzman olan doktorları kandırmaktan daha kolay. Kendimden emin bir şekilde doğruluyorum ve “Ayrılık süresi bitene kadar gelip sizinle yaşarım,” diyorum.


Annem yasal belgeleri imzalarken odamda son duşumu alıyorum, sonra giysilerimle doldurduğum spor çantama Nikki’nin çerçeveli fotoğrafını koyuyorum. Oda arkadaşım Jackie’ye veda ettiğimde, şeffaf bal kıvamında salyası her zamanki gibi çenesinden süzülürken yatağından boş gözlerle bana bakıyor. Dağınık saçları, tuhaf şekilli kafası ve hımbıl vücuduyla zavallı Jackie. Onu sevebilecek bir kadın düşünemiyorum.


Jackie tek gözünü kırpıyor. Veda edip iyi şanslar dilediğini varsayıyorum, ben de ona iki gözümü birden kırpıştırarak çifte şans diliyorum. Anlamış olmalı ki homurdanıyor ve söylenen bir şeyi anladığında hep yaptığı gibi, omzuyla kulağına vuruyor.


Diğer arkadaşlarım müzikle rehabilitasyon sınıfında; onlara katılmıyorum çünkü doğaçlama caz müziği beni bazen öfkelendirir. Kilit altında olduğum günler boyunca beni destekleyen adamlara veda etmem gerektiğini düşünerek müzik odasının penceresinden içeri bakıyorum ve adamlarımın mor yoga matlan üzerinde Kızılderililer gibi bağdaş kurup oturduklarını görüyorum. Avuçlarını yüzlerinin önünde birleştirip gözlerini yummuşlar. Neyse ki penceredeki cam, içeride çalan doğaçlama cazın kulaklarıma kadar ulaşmasını engelliyor. Arkadaşlarım -huzurla- gevşemiş görünüyor, o yüzden seanslarını bölmemeye karar veriyorum. Zaten vedalardan hep nefret etmişimdir.


Annemle buluşmak üzere lobiye iniyorum. Bir süredir kaldığım bu kötü yer Baltimore’da değil de Orlando’daymış gibi, kanepelerle pufların arasından üç palmiye ağacının boy verdiği lobide, Dr. Timbers’ın da beyaz önlüğüyle beni beklediğini görüyorum. Tokalaşırken, “Hayatının tadını çıkar,” diyor her zamanki ciddi ifadesini takınarak.


“Ayrılık süresi sona erene kadar,” dediğimde, sanki karısı Natalie’yi ve üç sarışın kızı Kristen, Jenny ve Becky’yi öldüreceğimi söylemişim gibi suratını asıyor, çünkü Dr. Timbers iyimserliğe hiç inanmıyor; yaptığı işi sürekli duygusuzluk, olumsuzluk ve kötümserlikle ilişkilendiriyor.


Ama insanı depresyona sokan hayat felsefesiyle beni iyileştirmekte başarısız olduğunu ve şahsen ayrılık süresinin sonrasına gözümü diktiğimi anlamasını sağlıyorum. “Uçtuğumu hayal edin,” diyorum. Bu kötü yerdeki tek siyah dostum Danny de buradan çıkarken ne yapacağı sorulduğunda. Dr. Timbers’a aynen böyle demiş. Danny’nin repliğini çaldığım için kendimi kötü hisseder gibi oluyorum, ama işe yarıyor; işe yaradığını biliyorum, çünkü Dr. Timbers midesine yumruk indirmişim gibi gözlerini kısıyor.


Arabayı annem kullanıyor. Maryland sınırlarından çıkıp Delaware’deki hamburgercilerle açıkhava alışveriş merkezlerinin yanından geçtiğimiz sırada, Dr. Timbers’ın beni o kötü yerden çıkarmamak için direndiğini, fakat birkaç avukat ve bir arkadaşının -benim de yeni terapistim olacak- terapisti sayesinde bir hukuk savaşı başlattığını, sonunda jüri heyetini beni eve götürebileceğine ikna ettiğini anlatıyor, ben de ona teşekkür ediyorum.


Delaware Memorial Köprüsü üzerindeyken bana bakıp, “İyileşmek istiyorsun, öyle değil mi Pat?” diye soruyor. İyi biri olmak isteyip istemediğimi soruyor.


Başımla onaylıyorum. “İstiyorum,” diyorum.


Ve 1-95 otoyolunda hızla ilerleyip New Jersey’e dönüyoruz.


Haddon Caddesi üzerinden memleketim Collingswood’un göbeğine doğru ilerlerken anacaddenin değiştiğini görüyorum. Bir sürü butik mağaza, pahalı görünen bir sürü yeni restoran, kaldırımlarda yürüyen iyi giyimli yabancılar… Doğru yerde olduğumuzdan şüpheleniyorum. Gerildiğimi hissettiğimde, bazen yaptığım gibi, derin nefesler alıp veriyorum.


Annem ne olduğunu sorunca ona sorunumu söylüyorum, o da yeni terapistim Dr. Patel sayesinde kendimi en kısa sürede yine normal hissedeceğim konusunda garanti veriyor.


Eve vardığımızda derhal bodruma iniyorum ve kendimi Noel sabahında gibi hissediyorum. Annemin alacağına dair defalarca söz verdiği ağırlık aletini, egzersiz bisikletini, halterleri ve o kötü yerde gece yarısından sonra televizyon reklamlarında görüp göz koyduğum Stomach Master 6000′e bakıyorum.


“Sağ ol, sağ ol, sağ ol!” derken anneme kocaman sarılıyorum, ayaklarını yerden kesip havada bir kez döndürüyorum.


Onu tekrar yere bıraktığımda gülümseyerek, “Eve hoş geldin, Pat,” diyor.


Hemen iştahla çalışmaya başlıyorum; ağırlık kaldırma, kol çalışma, Stomach Master 6000’de mekik çekme, bacak kaldırma, diz çökme, saatlerce pedal çevirme ve su içme (sonsuz sayıda küçük H2O dozlarıyla günde en az dört galon su içmeye çalışıyorum) setleri arasında gidip geliyorum. Sonra yazmaya başlıyorum; Nikki günümü nasıl geçirdiğimi okusun da ayrılık süresi başladığından beri neler yaşadığımı anlasın diye hemen her gün günlük tutuyorum. (O kötü yerde aldığım haplar nedeniyle hafızam körelmeye başladı, o yüzden başıma gelen her şeyi yazmaya, ayrılık süresi sona erdiğinde Nikki’ye anlatacaklarımı listelemeye başladım. Böylece bıraktığımız yerden devam edebileceğiz. Ama o kötü yerdeki doktorlar eve çıkmadan önce yazdığım her şeye el koydular, o yüzden yeniden başlamam gerekiyor.)


Sonunda bodrumdan yukarı çıktığımda duvarlarla şömine rafından Nikki’yle birlikte çekindiğimiz fotoğrafların kaldırıldığını fark ediyorum.


Anneme fotoğrafların nereye gittiğini soruyorum. Ben eve gelmeden birkaç hafta önce eve giren bir hırsızın fotoğrafları çaldığını söylüyor. Hırsızın Nikki’yle çektirdiğimiz fotoğrafları neden isteyebileceğini sorduğumdaysa bütün fotoğrafları pahalı çerçevelerde tuttuğunu söylüyor. “Hırsız neden diğer aile fotoğraflannı çalmamış?” diye üsteliyorum. Annem bütün çerçeveli fotoğrafların çalındığını, ama aile fotoğraflarının negatiflerini sakladığından, hemen bastırıp yeni çerçevelerle duvarlara astığını söylüyor. “Nikki’yle benim fotoğraflarımı niye yeniden bastırmadın?” diye soruyorum. Annem düğün fotoğraflarının ücretini Nikki’nin ailesinin ödediğini, ona sadece beğendiği fotoğrafların kopyalarını verdiklerini ve bu yüzden Nikki’yle benim fotoğraflarımın negatiflerine sahip olmadığını söylüyor. Nikki, düğün haricinde başka fotoğraflar da vermiş, ama eh işte, ayrılık süresi nedeniyle ne Nikki ne de ailesiyle görüşmedikleri için bizim fotoğraflarımız konusunda elinden fazla bir şey gelmezmiş.


Hırsız tekrar gelirse onun dizlerini kıracağımı, gebertene kadar pataklayacağımı söylediğimde annem, “Yaparsın, inanırım,” diyor.


Evde olduğum ilk bir hafta boyunca babamla tek bir kelime bile konuşmamamız şaşırtıcı değil, çünkü babam her zaman çok yoğundur; Güney Jersey’de Big Foods şirketinin bölge yöneticisi olarak çalışıyor. İşte değilken çoğu zaman kapısını kapatıp çalışma odasında Amerikan İç Savaşı’nı anlatan tarihi romanlar okur. Annem eve dönmüş olmama alışması için babamın zamana ihtiyacı olduğunu söylüyor, ben de konuşmaktan korktuğum için ona bu zamanı vermekten gayet memnunum. O kötü yerde sadece bir kez ziyaretime geldiğinde bana bağırdığını, Nikki ve genel olarak iyimserlik hakkında ağza alınmayacak laflar ettiğini hâlâ hatırlıyorum. Babamla evin koridorlarında falan karşılaşıyoruz tabii, ama yanından geçerken bana hiç bakmıyor.Nikki okumayı sever, benim de edebi eserler okumamı isterdi; böylece sırf geçmişte suskun kaldığım akşam yemeklerinde sohbete katılabilmek amacıyla kitap okumaya başladım. Nikki’nin tümü İngilizce öğretmeni olan ve benim cahil..
.

BEKLEDİĞİM SENDİN (KİTAP TANITIMI)






KİTAP TANITIMI




BEKLEDİĞİM SENDİN Yirmi beş yaşındaki Kate Kontent 1937 yılının son gecesini oda arkadaşıyla beraber Greenwich Village’daki ikinci sınıf bir caz kulübünde geçirmektedir ve ikisi, ceplerindeki toplam üç doları mümkün olduğunca idareli kullanmak zorundadırlar. Masmavi gözlere ve etkileyici bir gülüşe sahip yakışıklı bankacı Tinker Grey kulübe gelir ve yanlarındaki masaya oturur. Bu tesadüfi tanışma ve şaşırtıcı sonuçları, Katey’yi Wall Street firmasının sekreter odasından New York sosyetesinin üst basamaklarına ve Condé Nast’ın yönetici ofislerine; kıvrak zekâsı ve kendine özgü soğukkanlılığından başka dayanak bulamayacağı seçkin ortamlara taşıyan bir yıllık yolculuğun başlangıcı olur.


KİTAP HAKKINDAKİ GÖRÜŞLER



“Mükemmel! Zekice, nüktedan ve büyüleyici.”

-David Nicholls-





“Büyük Buhran döneminde Manhattan’da mücadele etmek ve hayatta kalabilmek üzerine yazılmış, ilgiyi hak eden, çok başarılı bir ilk roman…”
-Wall Street Journal-





“Bu hareketli dönem hikâyesiyle Towles filmlerden aşina olduğumuz siyah-beyaz Manhattan’ı, garip komiklikleri, kadın-erkek arkadaşlıkları ve romantik fesatlıklarıyla yeniden canlandırıyor. Towles’un karakterleri karışık bir dönemde yaşayan, kendilerine gerçek yaşamlar kurmaya çalışan genç Amerikalılar.”
-The New York Times-





“En ilginç olan, Towles’un hikâyeyi anlatma, günümüz kültüründe nadiren tasvir edilen bir yeri ve zamanı resmetme şekli. Erkek yazarın, bir kadının ağzından anlatılan öyküye bu kadar hâkim olması da etkileyici.”

-USA Today-





“İçinde kaybolmanın çok kolay olduğu, büyüleyici bir hikâye.”
-The Observer-





“Belli ki yazar, kitapta anlattığı seçkin yaşamlara sahip, hayat dolu ve bazen pervasız karakterleri çok iyi tanıyor.”
-People-





“Tarz sahibi.”
-The Boston Globe-





“Olağanüstü bir ilk kitap…”
-Publishers Weekly-





“Yazar zarif ve güçlü bir anlatıma sahip.”
-Kirkus Reviews-





Elden bırakmanın mümkün olmadığı bir roman.”
-O, The Oprah Magazine-






Önsöz





4 Ekim 1966 gecesi Val ile beraber Modern Sanatlar Müzesi’ndeki Many Are Called sergisinin açılışına katıldığımızda ikimiz de orta yaşın sonlarındaydık. Walker Evans tarafından 1930’ların sonunda, New York metrolarında gizli kamera ile çekilen portreler ilk kez sergileniyordu.


Gazetelerin sosyete yazarlarının “seçkin bir hadise” diye adlandırmayı sevdiği gecelerden biriydi. Siyah smokinli erkekler fotoğraflardaki renk paletini yansıtıyor, kadınların parlak renkli giysilerinin boyları ayak bileğinden bacaklarının en yukarısına kadar değişiyordu. Kusursuz yüz hatlarına ve akrobatların zarafetine sahip işsiz aktörler yuvarlak tepsilerle şampanya servisi yapıyordu. Davetlilerin pek azı resimlere bakıyordu, çoğu eğlenmekle meşguldü. Sarhoş bir sosyete güzeli sendeledi, beni neredeyse yere düşürecekti. Bu durumdaki tek davetli o değildi. Her nasılsa, resmi toplantılarda saat sekizi bulmadan sarhoş olmak kabul edilebilir bir davranış halini almış, hatta moda olmuştu. Belki bunun nedenini anlamak o kadar da zor değildi. 1950’lerde Amerika dünyayı ayaklarından tutup sallamış, cebindeki değişimi dışarı dökmüştü. Avrupa zavallı, fakir bir kuzenden farksızdı; kralların taçlarından ibaretti, ama sofrada yeri yoktu. Afrika, Asya ve Güney Amerika’nın birbirinden farksız gibi görünen ülkeleri, güneşteki semenderler gibi okullarımızın duvarlarında sıçramaya başlamışlardı. Evet, dışarıda, bir yerlerde komünistler vardı, ama John McCarthy mezara girmiş, Ay’a kimse ayak basmamıştı ve o an itibariyle Ruslar sadece casus romanlarının sayfaları arasında gizleniyorlardı. Anlayacağınız, hepimiz az çok sarhoştuk. Kendimizi –tıpkı uzaya giden uydular gibi- geceye fırlatıp yeryüzünün üç kilometre üzerinde, şehirde yörüngeye oturmuştuk, gücümüzü değer kaybeden yabancı paralardan ve kaliteli içkilerden alıyorduk. Yemek masalarında bağırıp çağırıyor, birbirimizin eşleriyle boş odalara kaçıyor, Yunan tanrılarının coşkusu ve düşüncesizliğiyle içki âlemleri yapıyorduk. Sabah olduğunda tam 6.30’da kalkıyor, aklı başında ve iyimser tavırlarımızla dünyayı kontrol etmeye kaldığımız yerden devam etmek üzere paslanmaz çelik masalarımızın başındaki yerlerimizi alıyorduk. O gece gözler fotoğrafçının üzerinde değildi. Altmışlarının ortalarında, yemek yemeye olan ilgisizliği nedeniyle sıskalaşmış, üzerindeki smokini bile dolduramayan Evans, General Motors’un orta kademe yöneticiliğinden emekli olmuş birinin mahzun ve sıradan görünümüne sahipti. Ara sıra biri yanına gidip bir iki yorumla yalnızlığını bozsa da, on beş dakika boyunca kimseyle konuşmadan, dansa gelen en çirkin kız gibi beceriksiz bir tavırla köşede durduğu da oluyordu. Hayır, gözler Evans’ın üzerinde değildi.


Yakın zamanda annesinin sadakatsizliklerini kaleme alarak heyecan uyandırmış olan seyrek saçlı genç bir yazara yönelmişlerdi. Yayıncısıyla basın sözcüsü tarafından korumaya alınan yazar, hayranlarının iltifatlarını kabul ederken, yeni doğmuş muzip bir bebeği andırıyordu. Val dalkavukluk eden kalabalığı meraklı bakışlarla izliyordu. Amerikalı bir füze imalatçısıyla İsviçreli mağazalar zincirinin birleşmesini başlatarak günde on bin dolar kazanabilirdi, ama gammazın birinin neden böyle bir heyecan dalgasına sebep olduğunu öldürseniz anlayamazdı. Etrafı dikkatle incelemeyi asla ihmal etmeyen basın sözcüsü benimle göz göze gelip el salladı. Ona karşılık verdikten sonra kocamın kolunu tuttum. “Hadi gel hayatım,” dedim. “Fotoğraflara bakalım.” Daha az kalabalık olan ikinci salona geçip telaşsız adımlarla duvarların önünde dolaşmaya koyulduk. Neredeyse bütün fotoğraflar, fotoğrafçının tam karşısında oturan bir ya da iki metro yolcusunun yatay resimleriydi. Birinde küçük, kıvrık bıyıklı, gösterişsiz, genç bir Harlemli melon şapkasını cesaretle yana yatırmıştı. Bir fotoğrafta kürk yakalı palto giyip geniş kenarlı şapka takmış olan kırk yaşlarında, gözlüklü bir adam vardı ve bir gangsterin muhasebecisini andırıyordu. Başka bir fotoğrafta, belki de Macy’s’in parfüm reyonunda çalışan otuzlu yaşlarında iki kız vardı. En güzel yıllarının geride kaldığını bilmenin burukluğuyla kaşlarını çatmış,Bronx’a gidiyorlardı. Bir fotoğrafta bir erkekle bir kadın vardı. Diğerinde bir gençle bir yaşlı. Bir başkasında ise düzgün giyimli ile pasaklı. Yirmi beş yıl önce çekilmiş olmalarına rağmen bu fotoğraflar asla sergilenmemişlerdi. Anlaşılan Evans’ın, konu aldığı kişilerin mahremiyetleri konusunda endişeleri vardı. Çekimlerin herkese açık bir ortamda yapıldığı düşünülünce bu biraz garip, hatta kendini beğenmiş bir endişe gibi görünebilirdi. Ama insanların duvara sıralanmış yüzlerini görünce Evans’ın tereddüt etmesinin nedenini anlayabiliyordunuz. Asıl neden fotoğraflarda insan doğasının tüm çıplaklığının yakalanmış olmasıydı. Dalgın, işe gidip gelirken kimse tarafından tanınmamanın getirdiği gizliliğe bürünmüş, doğrudan kendilerine yönelmiş fotoğraf makinesinden habersiz bu insanların çoğu bilmeden de olsa ruhsal dünyalarını ortaya koymuşlardı. İşe gidip gelmek için günde iki kez metroyu kullanan herkes neler olduğunu bilir: Binerken iş arkadaşlarınıza, tanıdıklarınıza gösterdiğiniz kişiliği sürdürürsünüz. Bu kişilik turnikelerden, kayan kapılardan sizinle beraber geçer, böylece diğer yolcular sizin kim olduğunuzu bilir: Kibirli misiniz, yoksa ihtiyatlı mı; aşk delisi misiniz, yoksa kayıtsız mı; zengin misiniz, yoksa işsizlik maaşına mı muhtaçsınız? Ama siz bir koltuğa oturduktan, yolculuk başladıktan sonra her istasyonda bazı yolcular iner, yerlerine yenileri biner. Metronun beşikten farksız sallantısının etkisiyle özenle yarattığınız kişilik ortadan kaybolmaya başlar. Zihniniz, kaygılarınızın ve hayallerinizin arasında amaçsızca dolaşırken üst benliğiniz kontrolü kaybeder, hatta kaygılarla hayallerin bile yok olmaya başladığı, evrenin huzurlu sessizliğinin hâkim olduğu hipnoza yakın bir duruma sürüklenir. Bu hepimize olur. Sadece kaç istasyon süreceği kişiden kişiye değişir. Bazıları için iki, bazıları için üç istasyon boyunca devam eder. Altmış Sekizinci Cadde. Elli Dokuzuncu Cadde. Elli Birinci Cadde. Merkez Garı. Gardımızı düşürdüğümüz, etrafa boş boş baktığımız, yalnızlığın imkân verdiği tek gerçek avuntuyu bulduğumuz o birkaç dakika ne büyük bir rahatlamadır. Fotoğraflarla yapılan bu gözlem konunun yabancısı olanlar için kim bilir ne kadar tatmin ediciydi. Salonları gezip fotoğrafları inceleyen genç avukatlarla taze bankacılar, cesur sosyete kızları Ne büyük bir başarı. Ne estetik bir eser. Nihayet insanlığın gerçek yüzü karşımızda, diye düşünüyor olmalıydılar. Ancak gençliklerini o dönemde yaşayanlar için resimlerdeki kişiler hayalete benziyorlardı. 1930’lar…Ne zor yıllardı. Büyük Buhran başladığında on altı yaşındaydım, bütün beklentilerimin, hayallerimin 1920’lerin doğal cazibesiyle kandırılabileceği kadar büyümüştüm. Sanki Amerika, sırf Manhattan’a dünyanın kaç bucak olduğunu göstermek için Buhran’a girmişti. Büyük Çöküş’ten sonra kaldırıma vuran bedenlerin sesi duyulmaz oldu, ama herkes nefesini tutmuş gibiydi. Sessizlik şehrin üstünü kar tabakası gibi kapladı. Işıklar göz kırpıyordu. Orkestralar enstrümanlarını bir kenara bırakmıştı ve herkes sessizce kapıya doğru ilerliyordu. Sonra hâkim rüzgârlar yön değiştirip batıdan doğuya esmeye, Oklahoma’nın tozlarını ta Kırk İkinci Cadde’ye getirmeye başladı. Toplanıp bulutlar halinde gelen toz, gazetecilerin tezgâhlarına, parktaki banklara çöktü ve Pompei’nin külleri gibi kutsanmışları da lanetlenmişleri de örttü. Sonra Gazap Üzümleri kitabındaki Joad ailesini andıran insanlar türedi. Hırpani kıyafetli, sorunlu insanlar yorgun adımlarla çıkmaz sokaklardaki benzin varillerinde yanan ateşlerin yanından yürüyor, barakalarla ucuz otellerin yanından geçip yavaş ama düzenli bir biçimde California’nın iç kısımlarına, tıpkı geldikleri yer gibi sefalet içinde yüzen ve bunu telafi edecek özelliklerden yoksun bir bölgeye ilerliyorlardı. Yoksulluk ve güçsüzlük. Açlık ve umutsuzluk. En azından savaş alametleri yolumuzu aydınlatana kadar durum bunlardan ibaretti. Evet, Walker Evans’ın 1938 ile 1941 yılları arasında çektiği fotoğraflar insanlığı tasvir ediyordu, ama insanlığın sadece bir neslini… Islah edilmiş bir nesli.Birkaç adım ötemizde genç bir kadın serginin tadını çıkarmakla meşguldü. Yirmi iki yaşından fazla göstermiyordu. Baktığı her fotoğraf onun için güzel bir sürpriz gibiydi; bir kaledeki, tüm yüzlerin heybetli ve uzak olduğu portrelerin sergilendiği dehlizleri geziyor gibi bir hali vardı. Cildi, içimi kıskançlıkla dolduran, farkında olmadığı bir güzellikle pembeleşmişti.


O yüzler bana hiç de uzak değildi. O ıslah edilmiş ifadeler, karşılık görmeyen bakışlar fazlasıyla tanıdıktı. Başka bir şehirdeki bir otelin lobisine girmek gibiydi bu; insanların giysileri, davranışları yaşadığınız şehirdekilere o kadar benzerdi ki görmek istemediğiniz biriyle karşılaşmanın kaçınılmaz olduğunu sanırdınız. “Tinker Grey bu,” dedim Val bir sonraki fotoğrafa ilerlerken. Yirmi sekiz yaşındaki, eski püskü bir palto giymiş, tıraşsız adamın resmine bir daha bakmak için yanıma geldi. Gerekenden on kilo daha zayıftı, yanaklarında renk kalmamıştı ve yüzünün kirli olduğu rahatlıkla görülebiliyordu. Ama gözleri parlak ve dikkatliydi, dudaklarında belli belirsiz bir gülümsemeyle fotoğrafçıyı inceler gibi dümdüz karşıya bakıyordu. Bizi inceler gibi bakıyordu. Otuz yılı, bir sürü tesadüfü aşıp bize bakışı, doğaüstü bir varlığın görünmesi gibiydi. Tamamen kendisi gibi görünüyordu. “Tinker Grey,” diye tekrarladı Val, karşısındakini tanır gibi olmuştu. “Sanırım ağabeyim Grey soyadlı birini tanıyordu, bir bankacı…”“İşte ben de ondan bahsediyorum.” Val bu kez, eskiden tanıdığı düşkün birinin hak ettiği nazik ilgiyi göstererek fotoğrafı daha dikkatli bir şekilde inceledi. Ama bu adamla ne yakınlığım olduğuna dair bir iki soru da aklına gelmiş olabilirdi. “Olağanüstü,” dedi sadece ve hafifçe kaşlarını çattı.Val ile çıkmaya başladığımız yaz ikimiz de otuzlu yaşlarımızdaydık ve birbirimizin yetişkinlik dönemlerinin ilk on yılından fazlasını kaçırmıştık, ama bu yeterli bir zamandı. Hayatlarımızın bir yola girmesi veya yoldan çıkması için yeterliydi. Şairin dediği gibi, öldürmek ve yaşatmak için veya en azından birine soru sormayı mazur göstermek için yeterli bir zamandı. Ama Val geçmişe bakma alışkanlıklarının pek azını erdem olarak görürdü ve benim geçmişimin gizemleri söz konusuysa, pek çok konuda olduğu gibi, tam bir beyefendiydi. Yine de bu konuya bir ayrıcalık tanımaya karar verdim. “Benim de tanıdığım biriydi,” dedim. “Bir süre aynı arkadaş çevresindeydik. Ama savaştan beri adını duymamıştım.”Val’in çatık kaşları normal haline döndü. Belki de bu küçük gerçeklerin yanıltıcı basitliği onu rahatlatmıştı. Fotoğrafı daha ölçülü bir tavırla, başını hafifçe sallayarak süzdü. Böylelikle hem yaşanan tesadüfe gereken tepkiyi vermiş, hem de Buhran döneminin ne büyük haksızlık olduğunu onaylamıştı. “Olağanüstü,” dedi tekrar, bu kez daha anlayışlı bir tavırla konuşmuştu. Bir kolunu benimkinin altına kaydırıp yürümemizi işaret etti. Bir sonraki fotoğrafın önünde gerektiği kadar zaman geçirdikten sonra diğerine doğru ilerledik, sonra da bir diğerine. Ama şimdi yüzler, karşımda duran bir asansörle yukarı çıkan yabancıların yüzlerinden farksızdı. Onlara doğru düzgün bakmıyordum bile. Tinker’ın gülümsemesini görmek… Onca yıldan sonra buna hiç hazır değildim. Gafil avlandığımı hissediyordum. Belki de halimden memnun olduğum içindi –Manhattan’da yaşayan zengin orta yaşlı bir kadının tatlı ve boş memnuniyeti ama o müzenin kapısından içeri girerken hayatımın mükemmel bir dengede olduğuna yemin edebilirdim. Bizimkisi iki zihnin evliliği, iki şehirli ruhun, güneşe dönen nergisler kadar yavaş ve kaçınılmaz bir biçimde geleceğe doğru dönmesiydi. Yine de düşüncelerim geçmişe dönüp duruyordu. O anın zar zor yakalanmış kusursuzluklarına arkalarını dönüp mazide kalmış bir yılın hoş belirsizliklerini ve tesadüflerini arıyorlardı. O tesadüfler, zamanında gelişigüzel ve coşkulu görünmüş, ancak zamanla kaderi andırmaya başlamışlardı. Evet, düşüncelerim sadece Tinker ve Eve’e değil, Wallace Wolcott’a, Dicky Vanderwhile’a ve Anne Grandyn’e de kaymıştı ve tabii 1938 yılına, girişime renk ve biçim veren kaleydoskopu çeviren herkese.


Kocamın yanında dururken o yılın anılarını kendime saklamaya kararlıydım. Bu anılar Val’i şok edecek veya evliliğimizdeki uyumu tehdit edecek rezilliklerle dolu değildi, tam tersine, onları paylaşırsam Val beni muhtemelen daha da çok sevecekti. Ama anılarımı paylaşmak içimden gelmiyordu, çünkü etkilerini kaybetmelerini istemiyordum. En çok istediğim şey yalnız kalmaktı. Kendi zenginli-ğimin pırıltısından uzaklaşmak, bir otel barında içki içmek istiyordum; hatta belki de kim bilir kaç yıldır ilk kez taksiye atlayıp Village’a gitmek… Evet, Tinker’ın o fotoğrafta zavallı bir hali vardı. Fakir, aç ve umutsuz görünüyordu, ama aynı zamanda genç, enerjik ve garip bir biçimde canlıydı da. Birden duvardaki bütün yüzler beni izliyormuş gibi hissettim. Metrodaki yorgun ve yalnız hayaletler yüzümü inceliyor, ihtiyarlayan insanların yüz hatlarına benzersiz bir dokunaklılık veren tavizlerin izlerini okuyorlardı sanki. Val beni şaşırttı. “Hadi gidelim,” dedi. Başımı kaldırdığımda bana gülümsedi. “Şimdi gidelim. Bir gündüz vakti, bu kadar kalabalık yokken yine geliriz.”“Olur.”Galerinin orta kısmı çok kalabalık olduğu için kenarlardan dolaşıp resimlerin önünden geçtik. Yüzler, azami güvenlikli hücrelerin önündeki küçük pencerelerden bakan mahkûmların yüzleri gibi titreşiyordu. Bakışları beni izliyor, sanki Nereye gittiğini sanıyorsun? diye soruyorlardı. Tam çıkışa varmak üzereydik ki, resimlerden biri yüzünden olduğum yerde kalakaldım. Yüzüme acı bir gülümseme yerleşti. “Ne oldu?” diye sordu Val. “Yine o.”Duvarda iki yaşlı kadının fotoğraflarının arasında Tinker’ın ikinci bir resmi vardı. Bu kez kaşmir bir palto giymiş, tıraş olmuştu ve ısmarlama gömleğinin üzerindeki kravatında kusursuz bir Windsor düğümü dikkat çekiyordu.

SÖYLEMEYECEĞİNE SÖZ VER (Kitap tanıtımı ve yorumum)



KİTAP TANITIMI


Başlangıç


7 Kasım 2002
21.30


Patates Kız öldürüldüğünde, katil onun kalbini kesip çıkarmış. Kalbi gömmüş, ama ertesi gün kız dirilmiş. Hem de aynı yerden çıkarak.” Ryan söylediklerini vurgulamak için kamp ateşini elindeki sopayla dürttü ve gecenin içine kıvılcımlar yağdırdı.


Opal yavaşça Ryan’a doğru yaklaştı. Ryan on beş yaşındaydı, sevimli sayılabilecek bir çiftlik oğlanı havası vardı. Tori, Opal’e Ryan’ın ondan çok hoşlandığını söylemişti. Zaten her şeyi Tori ayarlamıştı, ormana gidip oğlanlarla takılmanın eğlenceli olacağını söyleyen de oydu. Opal on iki yaşındaydı ve daha önce hiçbir oğlanla öpüşmemişti, ama bunu kimseye anlatacak değildi, en yakın arkadaşına bile.


“Nasıl yani, zombi gibi mi?” diye sordu Tori. Opal sessizdi. Patates Kız hikâyelerinden nefret ederdi. Onlardan nefret ederdi, çünkü gerçek olduklarını biliyordu.


“Bir zombi gibi ölümden geri dönmüş. Aynı patates gibi: onu parçalara bölersin, o parçalardan herhangi birini gömersin. Eğer gözenekleri varsa –bu bir parça kabuk bile olabilir– yenisi büyümeye başlar.” Ryan sopayı kemik kırar gibi ortadan ikiye böldü ve ateşin içine attı.


Opal titredi. Daha bu öğlen yaşadığı ziyareti düşünüyordu. Ama hayır, böyle şeyler hakkında düşünmemeliydi. Ve bundan başkalarına bahsetmemesi gerektiğini de iyi biliyordu. Yalan söylediğini ya da deli olduğunu düşünürlerdi, hatta belki ikisini birden.


“Ve artık bu ormanda dolanıyor,” diye ekledi Sam. “Onun geldiğini nasıl anlarsınız biliyor musunuz? Kokudan. O pis, çürük patates kokusundan. Onun kokusunu elli metre uzaktan bile alabilirsiniz.”


“Haydi canım!” Tori gözlerini devirdi. Sam onun erkek arkadaşı gibi bir şey sayılırdı.


“Şunu bir açıklığa kavuşturalım. Sen Patates Kız’ın gerçek olduğuna inanmıyor musun?” Ryan şaşırmıştı.


“Bir zamanlar yaşadığına inanıyorum. Bunu biliyorum. Annem onunla birlikte okula gitmişti. O kız sadece cinayete kurban gitmiş zavallı bir çocuktu. Bütün bu hayalet saçmalığı mı? Bu… Nasıl derler, sadece bir şehir efsanesi.”


“Tanrı aşkına Tori, Dan ve Chris’in daha geçen hafta onu tam burada gördüğünü unuttun mu?” dedi Opal. “Hem Becky Sheridan’ın küçük kız kardeşi Janey’ye ne demeli? Patates Kız’la Griswold’ların eski arazisinde tanıştığını ve onun kendisini kilere kilitlediğini söylüyor.”


Peki ya ben? diye düşündü Opal.


“Tanrım, biraz büyüyün lütfen. Dan ve Chris’in kafaları iyiydi, her zamanki gibi. Janey ise boş boş etrafta dolaşırken orada mahsur kaldı.” Tori işte bu kadar dercesine ellerini iki yana doğru açtı.


“Tabii canım,” dedi Opal. “Kapı dışarıdan kilitlenmişti, zekâ küpü. Peki, sence bunu nasıl becermiş olabilir?”


“Benim söylemeye çalıştığım sadece şu, bu saçmalıkların hepsi açıklanabilir.”


“Ve benim söylemeye çalıştığımsa bazı şeylerin açıklanamayacağı,” dedi Opal.


Opal, ceket yüzünden Tori’nin hâlâ kendisine kızgın olduğunu biliyordu. O gün öğlen, henüz oğlanlarla buluşmadan önce Opal’in, ceketini ona sormadan ödünç aldığını öğrenmişti Tori. Bu yeterince kötü değilmiş gibi bir de ceketi bisikletinin zincirini değiştirirken giymişti ve Tori ceketin sol kolundaki yağ lekesi yüzünden çılgına dönmüştü. Opal’in onu kuru temizlemeye götürmeye ve parasını da kendi cebinden vermeye söz vermesi lazımdı. Ve bu arada, Tori de onun ceketini ödünç alabilirdi.


Yalnız, ceket tam olarak onun değildi. O annesinin en eski ve en sevdiği ceketiydi, hatta Opal onu pek çok kez sormadan ödünç aldığı için şimdi ona dokunması bile yasaklanmıştı. Açık kahverengi süet bir ceketti, kollarında ve ön tarafında püskülleri vardı. Kadın kovboylara ve rock yıldızlarına yakışır bir şeydi, Opal istemeyerek de olsa onun yaşça kendisinden daha büyük ve biçimli bir vücuda sahip olan Tori’ye daha çok yakıştığını kabul etmek zorunda kalıyordu. İki kızın da saç kesimi aynıydı (ikisini de kasabanın ucunda bir kuaförde çalışan Shirley kesmişti) ve ikisi de sarışındı, ama aralarındaki benzerlik orada son buluyordu. Opal aralarında güzel olanın Tori olduğunun farkındaydı, oğlanlar hep ona bakardı. Ama işin doğrusu, çoğu zaman bu hiç umurunda olmuyordu. Onun endişelenmek için oğlanlardan daha önemli sorunları vardı.


Opal ödünç alma huyunun insanları rahatsız ettiğini biliyordu ve bir gün bunun yüzünden başı büyük derde girebilirdi, ama bir türlü kendini durduramıyordu. Bazen bunu farkında bile olmadan yapıyordu. Tori’nin ceketini aldığı gece de öyle olmuştu, onu giydiğini fark ettiğinde evin yolunu yarılamıştı bile. Bazı insanlar sigara içer. Bazıları tırnaklarını yer. Opal ödünç alıyordu. Aslında buna tam olarak çalmak denemezdi. O sadece tanıdığı, hoşlandığı ve kendine yakın hissettiği insanların eşyalarını ödünç alırdı. Ve kimse alındıklarını bile fark etmeden eşyalarını sağ salim geri götürmek için elinden geleni yapardı. Bu onu heyecanlandırıyordu. Öyle bir histi ki, diğerlerinin eşyaları onunlayken on iki-yaşında olmaktan çıkıyor ve bundan çok daha fazlasıymış gibi hissediyordu. O eşyalar onun için sanki diğer insanların ruhlarından küçük parçalar taşıyan iyi şans tılsımları, uğurlar gibiydi.


❁ ❁ ❁


Soğuk bir geceydi. Oğlanlar değişik Patates Kız hikâyeleri anlatırken, dört çocuk ateşe yakın oturuyorlardı. Tori çoğunlukla sessizdi, babasından aşırdığı Camel Light’tan içiyor, arada saçlarını kabartıp en saçma hikâyelere küçümseyen kahkahalar atıp kafasını sallıyordu.


O katılmadan da anlatılabilecek bir sürü hikâye vardı. New Canaan’daki her çocuk Patates Kız’ın, öldürüldüğü ormanda nasıl gezdiğini ve onu öldüren katili ararken yoluna çıkan herkesi intikam için öldürdüğünü dinleyerek büyümüştü.


“Bence kız, katili hâlâ burada olduğu için burayı terk etmedi. Kim olduğunu biliyor ve o ölene kadar da durmayacak,” dedi Ryan.


“Ama kızgınlığı sadece ona değil, bütün kahrolası kasabaya. O bütün kasabayı lanetledi,” dedi Sam.


“Lanet veya değil, benim çişimi yapmam lazım. Hemen dönerim,” Tori süet cekete iyice sarınarak ayağa kalktı.


“El fenerini al,” dedi Sam.


“Bu gece ay var. Ben yolumu bulurum,” diye cevap verdi Tori ayağa kalkıp ateşin etrafında oluşturdukları çemberden çıkarken.


“Dikkatli ol! Çürük patates kokusu alıyorum!” diye bağırdı Sam arkasından.


“Pislik!” diye seslendi Tori.


Tori’nin ölü yaprakları ve dalları çıtırdatarak gitgide uzaklaşan ve sonunda tamamen kaybolan ayak seslerini dinlediler. Sessizce küfür ettiğini duydular, büyük ihtimalle ayağı çalılara takılmıştı. Ateş çıtırdadı. Daha çok hikâye anlattılar.


Aradan beş dakika geçtikten sonra Opal, Sam’in gidip Tori’ye bir bakması gerektiğini söyledi. Oğlanlarsa kızların çiş yapmasının çok uzun sürdüğünü söyleyerek onu başlarından savdılar ve kızların bu işi bu kadar uzatmak için ne yaptığı üzerine tartışıp iyice bir güldüler.


On dakika geçtikten sonra Tori’ye seslendiler, ama cevap yoktu. Oğlanlar onun şaka yaptığını söylediler. Tori onları korkutmaya çalışıyordu.


“Tamam,” dedi Opal sonunda. “Siz iki maço erkek burada kalın. Ben gidip onu bulacağım.” El fenerini Ryan’ın elinden kaptı ve oradan çıkarak karanlığa doğru yürümeye başladı.


❁ ❁ ❁


Ryan ve Sam ateşin yanında kaldılar ve kızların ne kadar histerik olabildiklerine güldüler. Zaten bu yüzden burada değiller miydi? Lanetli ormana, tıpkı onlardan önceki sayısız oğlanın yaptığı gibi kızları birazcık korkutup sonra da avutmayı umarak gelmemişler miydi? Tüm bu hayalet izleme bokluğu ormana gidip biraz oynaşmak için bir bahane değil miydi?


Griswold’ların eski yerinin arkasındaki orman, işkence edilmiş küçük bir kızın hayaletinden ziyade, önceden gelmiş olan çiftlerin bıraktığı şişelerle ve kondomlarla silme dolu değil miydi?


Opal’in çığlığı düşüncelerini yarıda kesti. Ateşin sıcak parlaklığından uzaklaşarak acı çığlığın geldiği karanlık ve karman çorman ağaçların arasına daldılar. El fenerinin ışığının ağaçlara yansıdığını gördüler ve yaklaştıkça Opal’in ağladığını duydular.


Ryan oraya Sam’den bir saniye önce varmıştı. Aniden durdu ve bir adım geriledi.


“Kahretsin!” dedi nefesini bırakırken.


Tori büyük, boğumlu bir akçaağacın altında çıplak, boynunun etrafına bir kordon dolanmış ve sol göğsünün derisi muntazam bir şekilde yüzülmüş halde yatıyordu. Elbiseleri dikkatlice katlanmış ve üst üste konmuş, başucunda duruyorlardı. Opal, tek eli yüzünün yarısına kapanmış halde korkunç bir inleme sesi çıkararak onun başında durdu. El fenerinin ışığı Tori’nin solgun teninin üstünde dans etti.


“Bu bir şaka,” diye bağırdı Sam, delice ve sert bir kahkaha atarak. “Kahrolası hasta bir şaka. Haydi ama!” Tori’nin bedenini ayağıyla dürttü ve yüzünü el fenerinin yaydığı ışık huzmesine doğru itti. Kızın dili mavi dudaklarından hafifçe dışarı çıktı. Gözleri yuvalarından fırlamıştı, tıpkı bir oyuncak bebeğinkiler gibi iri ve donuktular. Sam de çığlık atmaya başladı. Büyüyü bozan Ryan oldu, el fenerini Opal’in elinden aldı ve yardım çağırmaları gerektiğini söyledi. Oğlanlar koşarak uzaklaştılar ve hemen arkalarından gelen Opal geri döndüğünde, bunu fark etmediler.


Opal açıklığa kadar geri dönmeyi başarmıştı, hıçkırıklarını yutarak ve ölü arkadaşına bakmamaya çalışarak hemen elbise yığınına gitti. Süet ceket düzgünce katlanmış olarak en altta duruyordu. Diğer kıyafetleri kaldırırken en üstteki beyaz dantelli külodu fark etti, ay ışığının altında katlanmış ve parıldayan haliyle tıpkı bir gece kelebeği gibi görünüyordu.


Sonra ceketi giydi. Hâlâ Tori’nin sıcaklığını taşıyordu, bu midesini ağzına getirdi. Bedene bir kez daha baktı. Bu kız sanki orman zemininde içi açılmış plastik bir manken gibi görünüyordu. Onun, saatler önce kendisini ceketini giydiği için azarlayan kızla aynı kişi olmasına imkân yoktu. Ve hayaletlere inanmayı reddeden kızla.


Opal izlendiğini hissetti. Üstelik ölü arkadaşının boş bakan gözleri tarafından değil, başka biri, başka bir şey tarafından. Yavaşça, isteksizce, arkasını döndü.


Ve sonra, bir an için onu gördü: Uzun bir elbisenin içinde küçük, solgun bir figür beş metreden daha uzak olmayan bir ağacın arkasında duruyordu. Opal, onun kendisinden uzaklaşmasını, akçaağaçların arasında zikzaklar çizerek ormanın karanlık kalbine doğru süzülmesini ve tamamen ortadan kaybolmasını izledi.


Opal oğlanlara yetişene kadar elinden geldiğince hızla koştu, kalbi bir çekiç gibi göğsünü döverken, çığlık atmamak için dilini ısırıyordu. Tori’nin akşam boyunca giydiği ceketin üstünde olduğunu fark etmemeleri için dua etti. Etmediler de. Ve onlara, ceketi almak için geri döndüğünde ne gördüğünü anlatmaya hiç niyeti yoktu.


Saatler sonra, eve geri döndüğünde, sorgu bittiğinde ve görevli Tori’nin bedenini almaya geldiğinde, Opal her şeyin ne kadar büyük bir hata olduğunun farkına vardı. En iyi arkadaşının ölüsünün, neden annesinin ceketini giydiğini açıklamak istememişti, üstelik Opal’in o cekete dokunması bile yasaktı. Ama gerçekten, bu kimin umurunda olurdu ki? Ayrıca, onun sorunu neydi de böyle bir durumda hâlâ aptal bir ceketi düşünebiliyordu? Şimdi suç mahalline müdahale etmişti ve bunun onu bir suçlu yaptığına neredeyse emindi. Yapılacak en iyi şey ceketi dolabın en arkasına asmak ve bundan hiç kimseye bahsetmemekti. Ve bir şeyin eksik olduğunu fark ettiği sırada Opal tam olarak bunu yapıyordu.


Yıldız. Henüz bu öğlen cekete iğnelediği paslı metal şerif yıldızı gitmişti.


“Lanet olsun!” dedi, iğnenin süetin üstünde önceden açtığı iki küçük deliğe parmaklarıyla dokunurken.


Ormanda bir yerlerde düşmüş olmalıydı. Yapılacak tek şey geri dönüp onu bulmaktı. Kaybolduğu anlaşılmadan onu geri getirmesi gerekiyordu.


Ve milyonuncu kez kendine, “Buraya kadar. Bundan sonra ödünç almak yok,” dedi ve bu sefer ciddi olduğuna inandı.






Kitap Hakkındaki Görüşler



Bu unutulmaz güzellikteki romanda, bir kadının geçmişi ve geleceği karşı karşıya gelerek beklenmedik sonuçlara yol açıyor.


Kırk bir yaşındaki okul hemşiresi, Alzheimer hastası olan annesi ile ilgilenmek için kırsaldaki evine dönmüştür. Geldiği ilk gece bir cinayet olur ve küçük bir kız öldürülür. Bu olay, kadının çocukluğunda yaşanan bir başka cinayete esrarengiz biçimde benzemektedir. Sınıf arkadaşları tarafından “Patates Kız” denilerek alay edip dışlanan yoksul arkadaşı Del de otuz yıl önce aynı şekilde öldürülmüştür. Del’in katili asla bulunamamış, o günden sonra küçük kız, hayalet hikâyeleri ve efsanelerde ölümsüzleşmiştir.


Şimdi, yeni cinayetin soruşturması kahramanımızı karşı konulamaz bir şekilde içine çekerken, geçmişi ve geleceği korkunç, beklenmedik bir şekilde bir araya geliyor. Çünkü hiçbir şey göründüğü gibi değil… Ve gençliğinin hayaletleri unutulmaktan çok uzak.


“Bu kitaba bayıldım. Eğlendim, korktum ve bitene kadar onun esiri oldum. Elimden bırakamadım.”


Sara Gran


“İyi kurgulanmış, sürükleyici ve eğlenceli.”


Kirkus Reviews


”Karanlık ve merak uyandırıcı bu kitabı okuduktan sonra,Patates Kız’ın peşinizde olup olmadığına bakmak için arkanızı kollayacaksınız.”










YORUMUM


Jennifer McMAHON-SÖYLEMEYECEĞİNE SÖZ VER 


Gerilim dolu satırları okuduktan sonra aynı gerilimi buraya yansıtabilir miyim bilmiyorum ama Son derece iyi kurgulanmış sürükleyici ve kendine esir alan bir kitap...


Bitene kadar elimden bırakamadım...Son derece akıcı bir dille yazılmış , aile ve arkadaşlık üzerine ihanetleri anlatan sessiz ve ürpertici bir roman ...


Maceralarla dolu bu kitabı okuduktan sonra yazarımızın bir sonraki kitabını merakla bekliyorum ...


ve gerçekten hiçbir patates beni bu kadar korkutmamıştı :)


30 Ocak 2013 Çarşamba

Yarına Dokunmak... (Kitap tanıtımı ve yorumum)




KİTAP TANITIMI


Bu kitapta anlatılanlar, gerçek hayattan esinlenilerek yazılmıştır.


*


Başlamadan Önce


Gerçekler hiç bu kadar acıtmamıştı. Kâbuslar her ne kadar ürpertici olsa da, hayallerin karanlık yüzünü yansıttıkları için daha tatlı geliyordu. Ya da gerçekten mazoşisttim…


Ama bir şeyden kesinlikle eminim!


Gerçekler beyazdı. Sahte ve ihanet dolu… Tıpkı ben gibi…


Kâbuslarsa siyahtı. Korkutucu ama güven dolu… Ölüm gibi…


Bu yüzden siyahı beyaza; kâbusları gerçeklere tercih ederdim.


Elimde olsaydı…


Yaşam ve ölüm ikilemi arasında gidip gelirken ince bir çizgi üzerinde sonsuzluğa döner yüzünüz. Gözünüzü kamaştıran ışığın ölümü mü yoksa yaşamı mı size bağışlayacağını ayırt edemezsiniz… Sadece ulaşmak istersiniz. İçinde bulunduğunuz belirsizlikten kurtulmak için ölümü dahi tebessümle karşılarsınız.
Ve acıtır yüreğinizi o derin belirsizlik…
Bu yüzden delirmeyi, kâbusları gerçek saymayı kurtuluş olarak görürsünüz.
Tıpkı Destina gibi…


Yarına Dokunmak, sekiz yıl önce yüreğime düşen bir aşktı. Aradan geçen yıllar olgunlaşmamı sağladı ki duyduğum aşkı herkese anlatabileyim.


Bu aşk yolculuğumda benden desteğini esirgemeyen, hastalık dönemim boyunca her zaman yanımda bulunan sevgili arkadaşlarıma minnet duyduğumu belirtmeden edemeyeceğim.


Ama her şeyden öte, tüm acılarımı benimle yaşayan, tüm ömrünü bana adayan ve kötü yanlarıma rağmen beni sevmekten vazgeçmeyen canım annem, canım babama yüreğimi sunduğumu; onları ve ailemi her şeyden çok sevdiğimi herkesle paylaşmak isterim.


Unutmayın ki ebeveynlerimiz bizlerin baş tacıdır.


Bu romanı alarak öyküme yüreğini katan tüm değerli okuyucularımdan tek ricam; kitabı bitirdikten sonra annelerine, babalarına sımsıkı sarılıp onları ne çok sevdiklerini onlara söylemeleridir. Ya da bir telefon bile bunun için yeterlidir.


Değerlilerimizi yitirmeden önce onlara verdiğimiz kıymeti gösterebilmek dileğiyle keyifli okumalar…


*


Özlem duyulan birer hayaldir yarınlar
Beyaz beyaz solunan hava misali…






1 – SİYAHIN BEYAZA ÜSTÜNLÜĞÜ


İSTANBUL ……..……. TIP FAKÜLTESİ
NÖROŞİRURJİ


23.10.2008


Gözkapaklarım açık mı?


Değil mi?


Emin olamıyorum… Ne kadar bir zamandır bu vaziyetteyim bilmiyorum. Ne zamanın farkındayım ne de nerede bulunduğumun… Tek farkında olduğum şey her yeri beyaz bir örtünün kaplamış olduğu.


Şeffaf ve pürüzsüz…


Delicesine akan nehirlerin aksine sakince, sonsuz bir belirsizliğe uzanan bir beyaz…


Sanki…


Sanki kar bütünüyle içine almış gibi yeryüzünü. Uçsuz bucaksız kadife bir örtü gibi önümde uzanan bu beyaz büyülüyor beni, her zaman olduğu gibi. Ama nedenini anlayamadığım bir ürperti sarıyor tüm vücudumu. Aklıma küçükken herkese anlattığım ‘Beyazın Öyküsü’ geliyor. Korktuğum ama bir o kadar da beni etkileyen, renklerin en ihtişamlı olanının, en asil olanının öyküsü…


Hep merak etmişimdir; beyazın masum ve bir o kadar da saf bir güzelliğe sahip olduğunu fark eden olmuş mudur benim gibi?


Yas rengi siyahın aksine, mutluluğu simgelediğini…


Peki, renklerin arka yüzü?


Hiç gören olmuş mudur renklerin arka yüzünü?


Beyazın, gelinlik olduğu gibi mezara koyan da olduğunu neden kimse görmez?


Ya da görmek istemez?


Ne büyük yanılgı aslında… Ne acı ki hataları gizleyen siyahın aksine beyaz olabildiğince gösterir lekeleri ihanet edercesine. Belki de şeffaflığın kırıntılarıdır bu yanılgılar.


Ama yine de acı.


Tıpkı ben gibi…


Ben bir renk olsaydım adım “Beyaz” olurdu herhalde.


Tüm çelişkileri barındıran beyaz…


Her yanıyla beni büyüleyen beyaz…


Beyazın ihaneti çok yakıcı olsa gerek. İşte bu yüzden ürperiyorum beyazı hissedince tenimde. Ama bir o kadar da tanıdık geliyor, tıpkı aynadaki yansımam gibi. Her an bu uçsuz bucaksız beyazın ihanetine uğrayacakmışım gibi korkuyorum. Ne olacağını bilemeden ürkekçe bakınıyorum uzak belirsizliğe doğru. Belirsizlik, güvensizlik hissi uyandırıyor ama bu hiçbir şeyi değiştirmiyor. Bu beyaz sessizliğin ortasında ne işim var yapayalnız? Oysa yalnız kalmak beni hep korkutmuştur, şimdi olduğu gibi. Çevreme bakıyorum tekrar bir görüntü yakalayabilmek ümidiyle ama her şey o kadar beyaz ve pürüzsüz ki havanın sisli olduğunu, nereden geldiğini anlayamadığım bir ses duyunca fark ediyorum. Çok uzaklardan, derinden gelen sesi tanıyorum. Bu onun sesi, eminim! O kadar boğuk geliyor ki ne dediğini anlayamıyorum.


Ve bir kez daha…


Bana sesleniyor olmalı. Bir şeyler yakalayabilmek gayesiyle sesin geldiği yöne doğru dönüyorum. Ufukta belli belirsiz bir karartı görüyorum fakat kime ait olduğunu çözemiyorum. Gözlerimi kısıyorum görebilmek için ama nafile. Tam o sırada ürperiyorum aniden. Sırtımı buz gibi bir soğuk yokluyor. Üzerimde hiçbir şey yokmuş gibi iliklerime kadar işliyor bu soğuk. Kışın en çetin soğukları yerde uzanıyor olmalı diye düşünüyorum. Ama… Nasıl olur da böyle bir soğuğa bu kadar tedbirsiz çıkarım diye kendime kızıyorum. Oysa soğuğa karşı ne kadar da dayanıksız olduğumu çok iyi bilirim. Ardından bir ürperti daha yokluyor bedenimi. Bu sefer bir titreme sarıyor tüm vücudumu. Kollarımı ovuşturuyorum ısınmak için ancak elim tenime dokununca dehşete düşüyorum. Isınabilmemin imkânsız olduğunu fark ediyorum ve büyük bir şüphe uyanıyor içimde beni kemiren. Nerede bulunduğumu daha fazla merak ediyorum korkarak. Çevreme bakınıyorum, benim dışımda kimsenin olup olmadığını anlamak istercesine. Kimsenin beni o halde görmemesini ümit ederek. Neden orada yapayalnız bulunduğumu anlamak istiyorum, üstelik çırılçıplak?


Aynı sesi tekrar duyuyorum ama bu kez o kadar sıcak ki bana yaklaşmış olduğunu anlıyorum. Sesin sahibini görememek büyük bir korku yaratıyor vücudumda, kara delik misali.


“Destina…”


O kadar yumuşak ve kadifemsi bir ses ki, sarıyor birden tüm vücudumu. Tenime nüfuz ediyor sıcaklığı aniden. Onu göremiyorum fakat hala yanımda olduğunu sıcak nefesinden anlayabiliyorum. Elimi tutuyor hissediyorum ancak ona dair hiçbir görüntü yok. Teninin sıcaklığı karları eritiyor sanki dalga dalga yayılırken etrafa…


Tenim yavaş yavaş ısınıyor, teninden yayılan sıcaklığın etkisiyle kırılgan bir kar tanesi gibi.


“Hadi uyan artık…”


Gözkapaklarım öylesine ağır geliyor ki o kadifemsi sesin sahibini görebilmek için ne kadar çabalasam da açamıyorum gözlerimi bir türlü.


“Hadi naz yapmayı bırak, uyan artık. Bak, bitti her şey.”


Sonra hafif bir kıpırdanma oluyor gözkapaklarımın üzerinde. Yavaşça açıyorum gözlerimi. Hala her yer sis içinde. Belirsizlik hala çok yakıcı… Tıpkı yeni alevlenen yangın misali… Hafifçe açılıp kapanıyor gözkapaklarım. Buğulu görüntüler arasında onu seçebiliyorum artık. Boynunda atan damarı gizlemek istercesine omuzlarına dökülen gri saçlarını hatırlıyorum. O’na duyduğum güven belirsizliği yok ediyor yüreğimde. Dudağımın kenarı yukarı doğru hafifçe kıvrılıyor tebessüm edercesine.


“Geçti her şey. Bitti! Uyan ar- tıkkkkkkk…”


O kadifemsi, yumuşak sesin son hecesi birden ok gibi fırlıyor dudaklarının arasından, olanca hızıyla saplanıyor omuriliğimin tam ortasına. Büyük bir çığlık duyuyorum. Duyduğum acıyla aralanan dudaklarımın saniyeler sonra tekrar birleşmesiyle o çığlığın bana ait olduğunu anlıyorum. Ardından bir ok daha saplanıyor ve duyduğum acı bütün vücuduma yayılıyor. Birden bu acıyı duymaktansa ölmeyi tercih edeceğim geliyor aklıma. Oysa her zaman acıya karşı çok dirençli olduğumu düşünmüşümdür. Titremeye başlıyorum. Dişlerimden yayılan dalgalar parmak uçlarımda son buluyor, sarsılıyorum. Ve her sarsılmada biraz daha yanıyor canım, inliyorum duyduğum acının etkisiyle. Tüm düşünceler siliniyor beynimden. Şüphe, korku ne varsa kayboluyor parmak uçlarımda son bulan dalgalarla birlikte. Tüm beynimle sadece acıya odaklanabilecek kadar hücre bulunuyordu sanki bedenimde.


“Hadi bakalım seni yatağına alma vakti geldi.” Sonra bir adım uzaklaştığını hissediyorum benden.


“Hemen İzotonik uygulayın vücut çok sıvı kaybetti. Neurontin 2 x 300 mg başlayın. Mide ağrısı olursa Nevofam verin.”


Bir bayan sesi yanıtlıyor, bana hiç yabancı olmayan bir ses.


“Tamam, Murat Bey”


Sessizlik…


Kısa bir süre sonra hafifçe dalgalanıyor hava, ardından tekerlek sesi duyuyorum. Ilık bir esinti okşuyor yüzümü tatlı tatlı. Ardından kesiliyor. Şiveli bir ses duyuyorum ama gözlerim kapalı olduğundan kime ait olduğunu çözemiyorum.


“Şehmuz alttaki çarşaftan sıkıca tut, sen üç deyince kaldırak emi?”


“Tamam!”


“Bir, iki, üç…”


Büyük bir çığlık atıyorum duyduğum keskin acı yüzünden. Tüm vücudumun alev aldığını hissedebiliyorum. Sanki omuriliğime büyük bir bıçak saplanıp boylu boyunca kesiyor tüm sırtımı. Bu sefer her yer kararıyor ilk seferin aksine. Karanlık nedense beyaz kadar korkutmuyor beni. Şiveli sesi duyamıyorum artık, beynim uyuşuyor sanki. Daha fazla dayanamayarak kapıyorum gözlerimi karanlığa. Saniyeler sonra annemin sesini duyuyorum başucumda. Bir el yavaşça okşuyor saçımı, hissedebiliyorum.
Alnımda nemli bir dudak hissediyorum…


Ve minik bir dokunuş, güven dolu. Nefesiyle bana hayat veriyor tekrardan, defalarca.


“Odayı boşaltabilir miyiz rica etsem? Hastanın çok ağrısı var kendisini uyutmam lazım.”


Birinin nazikçe elimi tuttuğunu hissediyorum. Yukarı doğru çekiyor elimi. Sonra hafif bir yanma duyuyorum elimin üstünde, birden soğuyor avucumun içi. Parmak uçlarıma kadar hissedebiliyorum soğumayı. Ve saniyeler içinde yayılıyor tüm vücuduma uyku damlası.


Ve…


Her şey bitti…


Derin bir uyku sarıyor şeffaf bir kefen misali. Ama beyaz kadar korkutmuyor bu ölüm uykusu beni.


Karanlık…


Siyah güven dolu…


Huzurlu…


Beyaz gibi değil…


Belirsizlik her zaman var.


Ama ihanet asla…


Biliyorum. Bu yüzden güven içinde dalıyorum uykuya.


Allah’ ım lütfen…


Lütfen bu son olsun…


*


2 – SONUN BAŞLANGICI


10 Mayıs 2001


Sınıfta bunaltıcı bir hava vardı o gün. Nefes almakta zorlanıyordum. Havanın bu derece sıcak ve bunaltıcı olması normal değildi. Böylesine bir sıcağın üstüne çalışır vaziyetteki bilgisayarlardan yükselen ısı da eklenince bilgisayar dersleri çekilmez olmuştu. Sanki bu bunaltıcı, sıkıcı havayı bozmak istercesine sınıf kapısı sert bir şekilde bir kaç defa çalındı. Bilgisayar hocasının gir demesini beklemeden içeri daldı kapıdaki sabırsız kimse. Arkam kapıya dönük olduğundan içeri kimin girdiğini görmem pek mümkün olmamıştı fakat büyük bir hışımla sınıfa dalan kişinin, ‘Destina’ diye heyecanla bağırması irkilmeme sebep oldu. İster istemez yerimden fırlayarak o tarafa yöneldim. Bu durum kalp atışlarımın ritmini bozmuştu. İçime nedenini bilmediğim bir korku yayılmaya başladı birden. Ne yapacağımı bilmeden 9 A sınıfındaki, her ne kadar birbirimizi sevmesek de dans grubunda bulunduğum için arkadaş olmak zorunda olduğum, Cemre’ ye doğru bir adım attım. Yüzündeki sevinç ifadesini fark etmek beni biraz olsun rahatlatmıştı. O ise büyük bir sevinçle, gözleri fal taşı gibi açılmış bir yüz ifadesiyle, neredeyse bağırırcasına konuşmaya başladı.


“Destina, Türkiye birincisi olduk. Projemiz birinci seçildi!” diyerek boynuma atladı. Bense tam olarak durumu idrak edememiştim. Anlamam bir kaç saniye sürdü. O an ne olduğunu tam kavrayamadan mutluluğun da etkisiyle sarılarak karşılık verdim ona. Sınıfta bulunanların yüz ifadesini görememiştim. Ama görmeme gerek yoktu, herkesin şaşkın olduğunu anlamak çok da güç değildi. Sonra bilgisayar hocası bana dersten çıkabileceğimi izah etti. Bu durum, eziyete dönen dersten çıkabileceğim gerçeğinin de verdiği rahatlama duygusuyla, sınıftan dışarı hoplaya zıplaya çıkmama sebep oldu. Bu benim için çok büyük bir mutluluktu. Proje grubundaki diğer iki kişi de 9/A sınıfındaydı. Ve aslında hiçbiri beni pek sevmezdi. Ya da benim bulunduğum 9/B sınıfını diyebilirim. Aramızda hep bir çekişme vardı. Dolayısıyla 9/B sınıfının gurur kaynağı olarak onlarla aynı projede yer almam pek hoşlarına gitmiyordu haliyle. Kısa bir süre okul koridorlarında çocuk gibi hoplayıp zıpladıktan sonra bizi tebrik etmek için odasında bekleyen Genel Müdürün yanına indik. Projede yer alan diğer iki öğrenciyi de müdür odasının kapısında bizi beklerken bulduk. Kapıyı nazikçe bir defa çaldık, az önceki coşkumuzu bastırarak sessizce içeri girdik. Sanki az önce bağrışıp duran yaramaz kızlar biz değilmişiz gibi gayet ağır başlı duruşumuz gülmeme neden oldu. Bu odaya daha önce de çok kez girmiştim. Okul müdürümüz diğer müdürlerin aksine bize bir baba, bir arkadaş gibi davranıyordu ve kapısı öğrencilerine her daim açıktı. Ama hiçbir zaman otoriteyi elden bırakmazdı. Öğrencilerle olan ilişkisi hiç laçkalaşmamıştı. Çünkü hepimizin saygısını kazanmayı her zaman becerebilmişti.


Genel Müdür odası bu sefer her zamanki ahşap kokusuyla karşılamamıştı beni. Burnuma ahşaba karışmış nefis bir çikolata kokusu geliyordu. En kaliteli markalardan biri olmalı diye düşünürken Genel Müdür, üzerinde BİND logosu bulunan şık bir kutuyla bana doğru yaklaştı. Uzattığı kutu en sevdiğim beyaz çikolata çeşitleriyle doluydu….




VE BU MÜKEMMEL ROMAN İÇİN YORUMUM









Yarına Dokunmak... 
Öncelikle yazarımızın dili çok akıcı ve duygu yüklü ,yani o satırları yazarken hissettiği ve yaşadığı tüm duyguları sizde hissedip yaşıyorsunuz.Kitaptaki Destina siz oluveriyorsunuz ve kitabın 265. sayfasının sonundaki üç noktanın son noktasına kadar adınız Destina olmaya devam ediyor :) 
Kitap bizi yarına götüren dokunuşlarla dolu...


Beni en çok etkileyen bölümü sayfa 109 üç yıldızdan sonra şiire kadar olan bölüm oldu(şiirde dahil) tam o bölümde beyaz ev şarkısını açtım ve bitene kadar da bu şarkıyla devam ettim.Okuduğum bu bölüm bugüne kadar okuduğum kitapların veremediği duygu yoğunluğunu yaşattı ve gözlerimden akan bir kaç damla yaşa engel olamadım.Tabi bir de anlamı derinlerde saklı olan Zilfa bölümünü unutmamak lazım ve ve ve bir de küçük sürprizleri... Kitabı okumaya saat sabah ikide kahvemi yudumlarken başladım ve kitabı bitirdiğimde fincan yarısına kadar doluydu ve buz gibiydi içerisindeki kahve. Hiç ayraç kullanmadım ...

Kitap yarınlarımıza dokunurken siyah ve beyaz arasındaki derin bir çizgiyi anlatıyor bence Ama o çizgiye daha çok siyah mı hükmediyor beyaz mı ona da siz okuduktan sonra karar vereceksiniz artık...







https://www.facebook.com/pages/Nurg%C3%BCl-%C3%87elebi/107422662755774?fref=ts
(Sayfasında bizimle yorumunuzu paylaşırsanız seviniriz :) )